Arkadaşım Perçin İmrek’in İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum adlı kitabı için İngilizce öğrenme serüvenimi yazdıktan sonra çok güzel dönüşler aldım. Hikayem, İngilizce öğrenen her seviyeden birçok insana yol gösterdiği için çok mutluyum. Bu yüzden daha fazla insana ulaşabilmesi için tamamını aşağıda paylaşıyorum. Kitabın içinde bazıları benim öğrencim de olan 12 kişinin daha birbirinden değerli ve farklı hikayesi var. Okumadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Sevgiler.
Kitap: İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum
Yazar: Perçin İmrek
Yayınevi: Abaküs
1. Baskı: Şubat 2018
Yazının alındığı sayfa: 106-116
İngilizce Kitap Kulübü’nün kurucusu ve iş arkadaşım Çağrı Menteş’in İngilizce öğrenme süreci ve hikayesini kapanıştan önceki son bölümümüzde inceleyeceğiz.
“Çağrı Hoca” ismi ile tanınan, Türkiye’nin en çok takip edilen İngilizce hocalarından Çağrı Menteş’in İngilizceyi öğrenme süreci bu yoldaki herkes için öğretici bir deneyim.
Çağrı, iyi bir İngilizce konuşmacısı olmasının yanı sıra, bu dilin profesyonel eğitimcisi olduğu için onun hikayesini daha detaylı rica ettik. O da sağ olsun bizi kırmadı ve İngilizcenin hayatındaki yeri, öğrenim ve öğretim süreçleri ile ilgili tüm detayları bize aktardı.
– Perçin İmrek
Okul Öncesi ve İlkokul Dönemim (1994-2001)
İngilizceyle ilk tanışmam okula başlamadan 1 yıl önceydi. Annem açıktan ortaokul okuyordu ve o ders çalışırken her nasılsa ben de renkleri öğrenmiştim. Sınava gideceği gün hepsini saymıştım. Çok hoşuma gitmişti ve sevinmiştim. Yabancı dil öğrenmek bu kadar eğlenceli ve kolaymış demek ki. 🙂 Çok iyimsermişim.
Ekranlar ortaya çıktığından beri çoğunluk tarafından kullanılsa da yine çoğunluk tarafından düşman olarak görülüyor. Televizyona “aptal kutusu, izlemeyin” derdi bizim öğretmenimiz. Ve her evde, televizyon “başından kalkmayan” bir çocuk vardı. Sonraki nesilde o çocuklar bilgisayar başından kalkmadı, şimdikiler tablet ve telefon başından kalkmıyor. Ama unuttuğumuz şu ki, bunlar sadece birer araç ve onları ne kadar süre kullanacağımızı ve bu sürede ne amaçla kullanacağımızı biz belirliyoruz. Ve tıpkı bedenimize aldığımız besinlerin bizi sağlıklı veya hasta yapması gibi, beynimize giren içerikler de bizi sağlıklı veya hasta yapabilir.
Bunun İngilizce öğrenmeyle ne alakası var diyeceksiniz. Ben okuma yazmayı okuldan önce televizyondan öğrendim. Yaşı müsait olanlar bilir, Susam Sokağı diye bir program vardı. Daha sonra da ilkokuldayken İngilizce programları furyası başladı. Her kanalda İngilizce öğreten bir kukla veya çizgi film bulabilirdiniz. Ozmo, Tots TV, Muzzy, Magic English bunların birkaçıydı. Bayıla bayıla izliyorduk. “Peki o dönem sadece sen mi televizyon izliyordun, neden o nesildeki herkes İngilizce bilmiyor?” diyorsanız, onu da anlatacağım. (1. madde) Ama önce kendi hikayeme devam edeyim.
4. sınıfa geldiğimde İngilizce dersi görmeye başladık. O zaman ilk defa ortaokuldan önce verilmeye başlanmıştı İngilizce dersleri devlet okullarında. Ve ilk defa sınıf öğretmenimizden başka bir öğretmen giriyordu derse. Yeni bir heyecan. Tabi ben 4. sınıfa gelene kadar, anlattığım gibi renkler, isim sorma, yaş sorma, meyveler, sayılar gibi temel şeyleri az çok televizyondan öğrenmiştim. Zaten 4. sınıfın müfredatı da neredeyse bunlardan ibaret. O yüzden bütün sınavlardan 100 alıyordum ve İngilizceyi çok seviyordum. Tabi 4. sınıfta yine aynı şeyi düşünüyordum, yabancı dil öğrenmek ne kadar kolay ve eğlenceli. 🙂 Bakalım ne zamana kadar böyle düşüneceğim.
Okulda İngilizce dersini tamamen tahtada görüyoruz. Video, ses yok, çünkü bilgisayar, projeksiyon yok. Öğretmen kelime listelerini yazıyor, biz defterimize geçiriyoruz, o sesli bir şekilde okuyor, biz repeat after her! Eve geldiğimde anneme şunu dediğimi hatırlıyorum. “Bizim öğretmen bir İngilizce konuşuyor, yabancı sanırsın!” Gerçekten de telaffuzu o kadar iyi geliyordu o zaman, çok etkileniyordum, ben de böyle konuşmak istiyorum diye geçiriyordum içimden. Ödevlerimiz genelde okulda öğrendiklerimizi deftere tekrar yazmak üzerineydi. Sayıları öğreniyorduk, evde defterine beş kere yaz! Bunun işe yaradığını görünce çok şaşırmıştım. Gerçekten de zor kelimeleri bile artık hatasız yazabiliyordum bu sayede.
6. sınıfa geldiğimde İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştim. Olmadı turist rehberi, olmadı tercüman olurum. Ama mutlaka dille alakalı bir şey olmalı diyordum. Dil öğrenmenin ve yabancı dillerin başka bir keyifli yanı kültür kısmıydı benim için. Farklı isimler öğreniyoruz, filmlerde, çizgi filmlerde gördüğümüz insanların isimleri. Başka ülkeler, şehirleri duyuyoruz, onlar nasıl yaşıyor, ne yiyorlar, neler yapıyorlar. Bunları öğrenmek benim için çok zevkliydi. Dönelim okul yıllarına.
Ortaokulda işin içine zamanlar (tense’ler) girmişti. Hâlâ nispeten kolay ve eskisi kadar olmasa da eğlenceli. Sorunsuz bir şekilde bitiriyorum. Bu süreçte ailem de beni destekliyor, özellikle babam yabancı dil öğrenmenin çok önemli olduğunu düşünüyor. İleride yabancı bir ülkeye gidersem, neresi olursa olsun mutlaka İngilizce bilmem gerektiğinin farkında. Bu yüzden beni 1-2 kursa da gönderdi. Evet, bir de kurs furyası başlamıştı çünkü. Ülkece İngilizceye uyanıyorduk tabiri caizse. Kursların satış temsilcileri okuldan numaramızı, adresimizi alıyor, evimize kadar gelip ailelerimizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Yok kursumuzu bitirince anadili gibi İngilizce konuşacak, yok başarılı olursa İngiltere’ye göndereceğiz vs. Eminim hâlâ aynı numaraları yapan kurslar vardır.
Neyse sınıftan 2-3 çalışkan arkadaş o kurslardan birine gidiyoruz. Kurs oturduğumuz ilçede değil. O da yeni bir heyecan. İlk defa kursa gidiyoruz, ilk defa tek başımıza bu kadar uzak bir yere gidiyoruz, en ilginci, ders görüyoruz ama üniforma giymiyoruz. 🙂 Daha ne olabilir.
Yukarıda demiştik ya, herkes o çizgi filmleri izledi ama şimdi İngilizce bilmiyor, o kurslardan da herkes başarıyla mezun oldu ama yine hepsi İngilizce bilmiyor. Anlatacağım. (1. madde)
Lise Dönemim (2002-2006)
Gelelim liseye. İyi bir mezuniyet ortalamasına sahip olup Anadolu veya Fen Lisesini kazanamayanlar yabancı dil ağırlıklı liseye giderdi. Halk arasındaki adı “süper lise”. İlk yıl üniversite gibi hazırlık okuyorsun. Haftada 24 saat İngilizce dersi var, bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Hep söylerim, ben İngilizceyi lise hazırlıkta öğrendim diye. Gerçekten öyle. Ama hazırlıkta benden iyi olanların bazıları üniversitede tekrar hazırlık okudu. (1. madde)
Bilmeyenler için biraz hazırlık sınıfındaki ortamdan bahsedeyim. Hatırladığım kadarıyla bir ana dersimiz vardı ve o dersi Main Course (ana ders) kitabı dediğimiz kitaptan işliyoruz. Bu arada tüm kitaplarımız Oxford yayınları vs. Hepsi yurtdışından geliyor. Tamam şimdi üniversitede de öyle ama o zaman bizim için çok değişik ve pahalı bir tecrübeydi. Şimdiki gibi internetten bulamıyorsun kitabın pdf’sini. Ozalitçiye gidip yaptıramıyorsun. Telefonda sözlük yok. Sözlük bile çok pahalı geliyor. En iyi alternatif Beyazıt’taki sahaftan ikinci el satın almak, onu da geç öğrendik zaten. Neyse, kitapları taksitle satın aldık, her ay PTT’ye gidip ödüyoruz. Kredi kartı öyle herkeste olan bir şey değil.
Ana dersin dışında gramer dersi vardı ve okuma, dinleme, yazma gibi yan dersler vardı. Ağırlık tabi ki main course ve gramer’de. Bu iki ders birbirini destekliyor. Fark ettiyseniz konuşma için ayrı bir ders yok. Peki bu derslere nasıl çalışıyorduk? Herkesin bildiği şekilde dersimizi dinleyip, ödevlerimizi yapıyoruz. Özellikle gramerden çok fazla ödevimiz oluyordu. Sayfa sayfa worksheet’ler, hepsi fotokopi. Ha unutmadan, bunun için de okula fotokopi parası ödüyorsunuz, kayıtta da A4 kağıdı bağışlıyorsunuz tabi ki. Para kısmından neden bu kadar bahsettiğimi de anlatacağım, hemen gömmeyin. (2. madde)
Grameri söyledim. Kelimeler için de yine listeler yapılıyor, defterler tutuluyor, evde duvarlara asıyoruz, çalışıyoruz vs. Ama mutluyum. Çünkü özellikle ana ders kitabı çok güzel. Renkli renkli kuşe kağıdına basılmış, eğlenceli bir kitap. Kitabın karakterlerinin çok güzel odası olduğunu hatırlıyorum. Okula kaykay, paten, bisikletle gidiyorlar. Walkman dinliyorlar. Biz de listening parçalarını sınıfta kasetten dinliyoruz.
Hazırlıkta bir de okuma kitapları vardı, “reader” denilen. Bunları da okuyup, kelimelerini çıkarıp, içindeki gramer kurallarını irdeliyorduk. Bir de sonundaki o gıcık okuduğunu anlama sorularını yapıyorduk. Dr. Watson ve Sherlock Holmes nasıl tanıştı? Kırmızı saçlı kız motosikleti kimden aldı? gibi…
İngilizce öğretmenliği okuyabilmek için üniversiteye giriş sınavından sonra bir de yabancı dil sınavına (YDS) girmek gerekiyordu. Çoğunuz ÖSYM’nin dil sınavlarını bilir. Gramer, kelime, okuduğunu anlama ve tercüme üzerine kurulu testlerdir hepsi. Hayatımın İngilizceyle alakalı en zor kısmı bu seneydi. Sürekli gramer çalış, sürekli kelime öğren, sürekli test çöz. Ve o kadar çalışmaya rağmen sanki hiç ilerlemiyormuşum gibiydi. Her hafta sonu deneme çözüyorduk ve bir ayın grafiği şöyle olabiliyordu; 60 net, 62 net, 59 net, 61 net. Bunun neden olduğunu da anlatacağım. (3. madde)
Daha sonra bu sınavı 100 soruda 95 netle kazandım. Ve üniversiteye başladım. Artık İngilizceyi öğrendiğimi ve kendimi kanıtladığımı düşünüyordum. Okulun ilk senesinde derslerimiz gayet rahattı. Temel öğretmenlik derslerinin yanı sıra okuma, yazma, gramer gibi lise hazırlık sınıfındakine benzer derslerimiz vardı. Tek bir farkla, bu sefer speaking dersleri de vardı.
Üniversite Dönemim (2006-2010)
Bu speaking dersinin nasıl geçtiğinden bahsedeyim biraz. Bir adet speaking kitabımız var, hoca ünitelerden ilerliyor, bize konuyla ilgili sorular soruyor İngilizce ve bunu gayet canla başla, bizi kırmadan, özenerek yapıyor ama 25 kişilik sınıfta 2-3 dışa dönük, özgüvenli arkadaşın dışında kimse konuşmaya pek yanaşmıyor. Kendimden örnek verecek olursam, hoca bana konuyla alakalı soru soruyor ve ben buna ya Türkçe ya da İngilizce vereceksem çok basit bir iki kelimeyle cevap veriyorum. Hani “What is your name?” diye sorunca, İngilizceyi yeni öğrenmeye başlayan ve çekinen biri “My name is …” diye cümle kuracağına sadece “Çağrı” der ya. Ben de öyleyim. Tabi bilmediğimden değil. Utandığımdan. Bu konudan da yine bahsedeceğim. (4. madde)
Peki ben ne zaman konuşmaya başladım? Üniversite 2. sınıftaydık sanırım, yine öğretmenlik derslerinden birinin hocası beni aydınlattı. Aslında anlattığı o kadar da “vay be” dedirtecek bir şey değil ama herkesin aydınlanmak için bir kıvılcıma ihtiyacı var. Hocamız Antalya’da rehberlik yapmış bir ara çekine çekine. Şu şehir turları oluyor ya, öyle bir şey sanırım. Çünkü otobüste anlattığını söylemişti. Dedi ki “Bir ara düşündüm de burada rehberlik yapan kimsenin İngilizce eğitimi yok ama çok rahat konuşuyorlar, ben niye utanıyorum?” Hocamızın aydınlanması buydu. Ben de istifade ettim. Gerçekten dedim. Ben niye konuşmuyorum? Hata yapsam ne olacak? En kötü ne olabilir ki? En kötü ne olduğunu anlatayım.
Üniversite Sonrası (2010 ve sonrası)
Henüz öğrenciyken çalışmaya başlamıştım. 4. ve 5. sınıfların dersine giriyorum. Her şey tekrar kolay ve eğlenceli. Şarkılar öğretiyorum, videolar hazırlıyorum. Aynı zamanda ufak tefek çeviri işleri geliyor, yapıyorum. Daha sonra Büyükşehir Belediyesi için çalışmaya başladım. Yetişkinlere genel İngilizce dersi veriyorum. Yine başlangıç ve orta seviye. Çok zevk alıyorum. Sınıf çok çeşitli oluyor. Genci de var, yaşlısı da var, ilkokul mezunu da var doktoru da var. İlkokul öğrencileri gibi değiller, bazen zorluyorlar. Türkçesinin ne olduğunu bilmediğim renkler, yiyecekler, mutlaka bilmediğim bir şey bulup soruyorlar. Verdiğim listeler asla yeterli olmuyor. Bilen bilir, asla çekinmem, bilmiyorsam bilmiyorum derim. O özgüven oluşmuş. Onlarla birlikte öğrendiğim şeyler oluyor. Siz yazın ben bakayım sözlükten diyorum.
Daha sonra belediyeye İngiliz bir heyet geldi, tercümanlık yapar mısın dediler yaparım dedim. Bir hafta boyunca gölge gibi yanlarındayım. Gayet eğlenceli ve güzel geçiyor. Ben de pratik yapma fırsatı bulduğum için seviniyorum. Belediyenin kurslarını geziyorlar, yine Türkçesini bile bilmediğim şeyler var ama önceki sene bu konularda bir ansiklopedinin çevrilmesine yardım ettiğim için zorlanmıyorum. İğne oyası, kırkyama, rölyef yapımı vs. Sonra bizim geleneksel soğanlı bebek yapımının öğretildiği sınıf var ve ben diyorum ki; “and this is the class to make babies!” Bir an büyük bir sessizlik oluşuyor, herkes şok olmuş bir şekilde bana bakıyor, ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Heyetin başkanı giriyor araya; “You mean dolls?” Oyuncak bebek demek istedin herhalde diyor. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. “Yes.” diyebiliyorum. Herkes kahkahalara boğuluyor. Burası da bebek yapma odası diyerek diplomatik krize yol açıyordum az daha. “Doll” bilemeyeceğim bir kelime değil ama yorgunlukla, dalgınlıkla olabiliyor böyle hatalar. Başıma gelebilecek en kötü şey de geldikten sonra bundan sonra ne olabilir ki diyerek o zamandan beri daha rahat konuşuyorum.
Belediyedeki görevimden ayrıldıktan sonra üniversitede çalıştım, uluslararası bir şirkette çalıştım. Ülkenin en iyi okullarındaki, en iyi öğrencilere akademik İngilizce dersleri verdim. Yani, beni öncesinde korkutan, yapamam dediğim şeylerin hepsini yavaş yavaş yaptım. Ama fark ettiyseniz bunların hiçbiri bir gecede olmuyor. Hepsi kademe kademe gelişiyor ve yıllar sürüyor. Öğretmen olduktan sonra bile her yaptığım farklı işte farklı şeyler öğrendim ve hala da öğrenmeye devam ediyorum.
Şimdi 20 yıldır İngilizce öğrenen ve 10 yıldır öğreten biri olarak naçizane gözlemlerimi aktarayım ve yukarıda sorduğumuz, parantez içinde numaralandırarak not düştüğümüz soruların cevaplarını vereyim.
1. Süreklilik
Yaşıtlarım benimle aynı dönem aynı çizgi filmleri izledi, benle aynı kurslara gitti, benim gibi lisede hazırlık okudu, aynı şeyleri öğrendik. Hatta bazıları o kurslarda veya hazırlık sınıfında benden daha başarılıydı ama şu an İngilizce bilmiyor, neden? Çok garip değil mi? Halbuki bunları yapan neslin %100’ünün İngilizceyi iyi derecede bilmesi gerekiyordu fakat şu an %20’si biliyor. Nedeni açık. Bu arkadaşlar sürekli ara verdiler ve uzun süre ara verdiler. Kimi ilgi duymamış olabilir, kimi önemini anlamamış olabilir, sebebi ne olursa olsun, onların İngilizcesi hayatlarının bir parçası olamadı. Çizgi film izleyenler, o çizgi filmler yayından kalkınca bir daha İngilizce çizgi film izlemediler, okulda ders 2 saatse o 2 saatin dışında bir şey yapmadılar, kursa gittilerse, sertifikayı alınca İngilizce bitti sandılar, bisiklet sürmek gibi, bir daha unutmam diye düşündüler belki. Halbuki bir dili öğrenmek daha çok spor yapmak gibidir. Beslenmenize dikkat edip, 1 yıl spor yapıp istediğiniz vücuda ulaştıktan sonra bırakırsanız eski halinize dönmeniz uzun sürmeyecektir.
İtiraf edeyim, yazları memlekete gittiğim için ben de İngilizceye kısa da olsa ara veriyordum ve döndüğümde gerçekten performanstan düştüğümü fark ediyordum. Bir de lisede 1 yıl hazırlık okuyup sonra 4 yıl hiç İngilizceyle muhatap olmayan birini düşünün, üniversitede tekrar hazırlık okuyacaktır. İnsan yeteri kadar kullanmadığında anadilini bile unutabilir. Bunun örnekleri var. Yurtdışına göçüp yıllarca orada kalan insanların Türkçelerinin nasıl bozulduğunu fark etmişsinizdir. Hayır, hava olsun diye öyle yamuk yumuk konuşmuyorlar ya da araya yabancı kelimeler sıkıştırmıyorlar. Kelimeleri hatırlamada nasıl güçlük çektiklerine bundan sonra daha dikkat edin. İşte birinci sır bu, az da olsa düzenli bir şekilde İngilizce içerik tüketin. Her gün düzenli olarak 10 dakika çalışmanız, haftada bir 60 dakika çalışmanızdan kesinlikle daha etkilidir.
2. Maddiyat
İngilizce öğrenmek eskiden gerçekten lükstü. Zamanla çoğu şey gibi o da inanılmaz derecede ucuzladı. Nasıl ki eskiden bir mahallede bir bilgisayar zor bulunuyordu ama şimdi herkesin evinde o bilgisayar gücünde 3-4 telefon var, İngilizce öğrenmek de o kadar kolay ve ucuz hale geldi teknoloji sayesinde. Yukarıda anlattım, eskiden pahalı pahalı sözlükler alırdık. Satın alması ayrı dert, yanında taşıması ayrı dert. Artık sözlüğe para veren var mı? Ya da yanında taşımak için ayrıca çaba sarf eden? İşte o yüzden artık hem daha ucuz hem daha kolay diyorum. İnsanlar işe yarar bir cep telefonu uygulamasına yıllık 120 TL vermeye pahalı diyor. Ama özel ders alsalar 1 saatlik öğretmen parası eder. Dijital şeylere para vermeye hala mesafeliyiz ne yazık ki. Dijital olsun, fiziksel olsun, ben bir şey satın alırken onun bana geri dönüşünü hesaplarım. Bana para mı kazandıracak, zaman mı kazandıracak, yoksa beni geliştirecek mi? Bir şeye para vereceksem bunların en az birini yapması lazım. Bu yüzden aylık olarak kitaba (fiziksel, dijital, sesli) verdiğim para, kıyafete verdiğim paradan fazladır.
3. Öğrenme Eğrisi
Belli bir seviyeye geldikten sonra ne kadar çalışsam da netlerimin artmadığını, gelişme gösteremediğimden bahsetmiştim. Bunun nedeni öğrenme eğrisi denen şeymiş. O olayı yaşadıktan 10 sene sonra öğrendim. Biraz teknik olacak ama anlayacağınıza eminim. Bu sadece yabancı dil öğrenimi için de geçerli değil, yeni öğrenmeye başladığınız her şey için geçerli. İster İngilizce olsun ister gitar çalmak olsun ister bilgisayar programlama olsun. İlk 20 saat her şeyi çok hızlı öğrenirsiniz. Haftada 2 saat ders aldığınız bir İngilizce kursu olsun bu. Bir ders saati 45 dakika, iki ders haftada 90 dakika eder. 13 haftada 20 saati tamamlarsınız. Yani 3 ayda. İlk 3 ay cicim ayları gibi geçer. Her şeyi anlarsınız, hızla öğrenirsiniz. Sonra yavaşlar. Aniden çakılmaz ama gittikçe yavaşlar ve bir yerden sonra sanki hiçbir şey öğrenemiyor gibi olursunuz. İlerlemez. Moraliniz bozulur, vazgeçmeyi düşünürsünüz. Düşünmeyin! Hala öğreniyorsunuz ama eskisi kadar hızlı değil ve bir eşik var sadece. Bir süre orada takılıp sonra atlayacaksınız.
Üniversiteden mezun olduktan sonra ALES ve YDS sınavlarına giriyordum sürekli. Hem sevdiğimden hem soruları görmek için hem de puan lazım olursa kullanırım diye. YDS’ye hazırlananlar bu “öğrenme eğrisi”ni ve eşikleri iyi bilirler. 0’dan 45’e kolay çıkılır ama 55’e bir türlü gelinmez. Artık İngilizce çalışacak bir şeyim kalmadığını düşündüğümden ve soru çözmeye zamanım olmadığımdan, ekstra bir hazırlık yapmadan giriyordum sınavlara. 4 sınav üst üste 88,75 puan aldım YDS’den. Sanki benim adımı görünce yapıştırıyorlardı 88,75’i. Daha sonra yine hazırlanmadan girdiğim sınavlardan birinden 95, birinden 97.50 ve nihayet birinden 100 tam puan aldım. Peki bu nasıl oldu? Ekstra zaman ayırmadan o eşik nasıl atlandı? İngilizce benim günlük hayatımın bir parçası olduğundan, zaten artık istemesem de yeni şeyler öğreniyorum. İnternette okuduğum makalelerin çoğu İngilizce, az bir kısmı Türkçe. Artık ilkokuldaki gibi 5 kere yazmıyorum yeni kelimeyi ya da lisedeki gibi liste yapıp odama asmıyorum belki. Ama o yeni kelime 7-8 farklı makalede bir cümle içinde karşıma çıktığı için artık kalıcı olarak hafızama yerleşiyor. Ayrıca sınava hazırlanırken deneme sınavı çözmüyordum ama girdiğim sınavlar deneme işlevi görmüştü. 88,75’ten 100’e çıkmak 7 sınav sürdü, bu da 560 soru ve yaklaşık 4 yıl eder.
4. Use it or lose it
Bildiğiniz gibi diller okuma, yazma, dinleme ve konuşma olmak üzere dört bileşenden oluşuyor. Hangi yeteneğinizi ne kadar kullanırsanız o yeteneğiniz o kadar gelişiyor ve hangi yeteneğinizi kullanmazsanız o yeteneğiniz köreliyor ve zamanla yok oluyor. O nedenle “use it or lose it” kavramı çok önemli. Bizim dilimizdeki karşılığı “bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur” ya da “işleyen demir paslanmaz” diyebiliriz.
Bizim eğitim sistemimizde en çok okuma yeteneği kullanılıyor ve dilbilgisi dersiyle tamamlanıyor. Yazma ve dinleme az, konuşma neredeyse hiç yok. Bu yüzden “anlıyoruz ama konuşamıyoruz.” Bu yetenekler bir de birbirini ikili olarak destekliyor. Ne kadar çok okursanız, o kadar iyi yazabiliyorsunuz ve ne kadar çok dinlerseniz o kadar iyi konuşabiliyorsunuz. Bu nedenle kendisi de eski bir İngilizce öğretmeni olan korku romanları yazarı Stephen King, tam zamanlı yazar olmaya karar verdiğinde göl kenarında bir eve yerleşiyor ve günde 4 saat okuyor, 4 saat yazıyor. Böylece usta bir yazar oluyor. Siz sadece gramer çalışarak iyi İngilizce konuşacağınızı bekliyorsanız yanılıyorsunuz.
Söylendiği kadar kolay olmadığını biliyorum. Çünkü bu kültürel bir olay. Araştırmalar da bunu destekliyor. Ortadoğu ve Asya kültürlerinde konuşmaya dayalı eğitimler yürümüyor. Çünkü öğrenciler utanıyor. Çünkü kültürel olarak hepimiz hata yapmaktan korkuyoruz. Hata yaptığımızda biri bizi düzeltince içten içe alınıyor, kızıyoruz. Ben de öyleyim. Ama biraz bu konuda kafa yorunca, kendimizi zorlayınca aşabiliriz. Siz gramer hatası yapınca kimse size gülmeyecek, kimse sizi aptal sanmayacak. Çabanız takdir edilecek. Tersini düşünün, yabancı biri Türkçe konuşmaya çalışınca nasıl hoşumuza gidiyor? Yaptığı hatalara takılıyor muyuz? Tabi ki hayır. Hatalar en fazla sevimli geliyordur. O zaman başkası niye sizin hatalarınıza taksın ki. Kimse hatırlamayacak, eve gidince onu düşünmeyecek. Yukarıda anlattığım “bebek yapma odası” gafını düşünün. Şimdi gidip sorsam çoğu hatırlamayacak. Evde oturup her akşam bana gülmüyorlardır herhalde. Yani umarım… 🙂
Kendi hikayemle bir nebze de olsa sizin öğrenme sürecinize dokunabildiysem ne mutlu bana.