Nasreddin Hoca nasıl olduysa yaz gecesi damda yatarken bir gün düşüvermiş ve hocanın etrafını sarmış bir kalabalık. İçlerinden biri: “Hocam nasılsın, bir hekim çağıralım mı?” deyince hoca da: “Tez, damdan düşen birini getirin. Halimden ancak o anlar!” demiş. 

Bu sebeple dil öğrenirken bu süreci tecrübe etmiş birinin hikayesini duymanın işe yarayabileceğini düşündüğümden İngilizce öğrenme serüvenimi sizlerle paylaşmak istedim.

İlkokul Dönemim (1997-2001)

İngilizce ile tanışmam ilkokul 4. sınıfa rastlar. O zamanlar İngilizceye başlanan ilk öğretim kademesi ilkokul 4. sınıftı. O zamana kadar hiç İngilizce ile muhattap olmamıştım. 4. sınıfta daha ilk dersin ardından İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştim. Adını ilk kez duyduğum bu dili ve İngilizce derslerini de çok seviyordum. Dolayısıyla İngilizceyi öğrenme motivasyonum hayatımın her anında ‘içsel’ oldu. Hiçbir zaman dışarıdan gelen bir zorunluluktan dolayı çalışmadım İngilizceyi. 

Bana göre yeni bir dil öğrenmek, yeni kültürü tanımak ve farklı insanlarla iletişim kurabilmek demekti. Her öğrendiğim yeni kelimede dilin ayrıntılarını kucaklıyor ve kelimelerin incelikleriyle büyüleniyordum. 

Biz 4. sınıftayken kelimeleri duyacağımız tek kaynak İngilizce öğretmenimizdi. Bu sebeple öğretmenimiz kelimeyi nasıl söylerse onun gibi tekrar eder ve öyle öğrenirdik. Evde kelimelerin telaffuzunu yeniden duyacağımız herhangi bir cihaz yoktu o zamanlar. Neyse ki annem lisede yabancı dil olarak İngilizce eğitimi almıştı da bana yardımı dokunuyordu. Sınıfta öğretmen yeni kelimeleri kara tahtaya tebeşirle yazıyor, önce kendisi okuyor ardından da gruplar halinde biz tekrar ediyorduk. Sonra da bu kelimeleri beşer defa deftere yazma ödevi veriyordu. Bu beşer defa yazmalar el hafızamızı güçlendirmek için veriliyordu. Sonuçta İngilizce Türkçeden farklı olarak yazıldığı gibi okunmayan bir dildi. Sesletimi ve yazımı için ayrı ayrı çalışmayı gerektirirdi. 5. sınıfa geldiğimizde artık bu kelimeleri beşer defa yazmanın yanında bir de cümle içinde kullanmamız isteniyordu, tabiki bütün ödevlerimi seve seve yapıyor, üstüne bir de sözlük karıştırıp yeni kelimeler öğrenip bu kelimeleri cümle içinde öğrendiğimiz ‘Geniş zaman’ ile kullanmaya çalışıyordum. Kurduğum cümleleri de gidip öğretmenime kontrol ettiriyordum.

Bununla birlikte o dönem televizyonlarda İngilizce öğrenmeye yeni başlayan çocuklara yönelik programlar vardı: Ozmo, Tots TV benim en sevdiğim ve biri bitince diğerini hiç kaçırmadan izlediğim programlardı. Bu programlar sayesinde okul dışında da İngilizceye maruz kalabiliyor ve kelime dağarcığımızı görsellerle besleyebiliyorduk. Hatta gazeteler kuponlarla bu programların kitapçıklarını ve kasetlerini dağıtıyordu. Bunlara ek olarak farklı kaynakların kaset ve fasikülü yine gazete kuponlarıyla alınabiliyordu. Bu kasetlerdeki İngilizce şarkıları hem dinleyebiliyor hem de kitapçıktan takip ederek öğrenebiliyordunuz. Bu sayede kelime hazinem giderek büyüyordu ve ben kelime öğrenmeye bayılıyordum. 6. sınıfa yani ortaokul basamağına geldiğimizde artık İngilizce ders kitabımızdaki dinleme metinlerini kaset çalardan dinleyebiliyorduk. Şansıma öğretmenlerim de İngilizceyi sevdirmeye çok heveslilerdi ve ders kitabının dışında da bize materyaller getiriyorlardı. Yabancı arkadaşlarını sınıfa konuk ederek onunla konuşmamız için bizi yüreklendiriyorlardı. Dolayısıyla ortaokulu tamamladığımda sağlam bir temelle Anadolu lisesine adım atmıştım.

Lise Dönemim (2002-2006)

Anadolu liselerinde diğer liselerden farklı olarak bir yıl sadece İngilizce hazırlık sınıfı oluyordu. Bu sınıfta dersler çoğunlukla İngilizceydi: İngilizce ana ders, gramer dersi, reading dersi, writing dersi şeklindeydi. Bir de zorunlu Türkçe dersimiz, beden eğitimi, resim ve müzik derslerimiz vardı. Anlayacağınız hazırlık sınıfında İngilizce adına sağlam bir temel atma fırsatımız olmuştu. Öğretmenlerimiz yazmanın yanı sıra telaffuza ve dilin konuşma dalına da önem veriyorlardı. Bu sebeple yanlış öğrendiğimiz kelimeler varsa düzeltebiliyorduk. Artık öğreneceğim kelimeler lisesi kabardığından kelimelerden poster hazırlayıp evin en çok gittiğim yerlerine asarak ‘çevresel öğrenme’ yönteminden faydalanıyor, kelimeleri unutmamak için de kendime yaptığım kelime torbasındaki kelimelere muhakkak çalışıyordum.

Bununla birlikte ders dışında okuduğum readerlar yani seviyeli İngilizce kitaplar vardı. Halizhazırda okuma dersimizde Denizler Altında 20000 Fersah, Excalibur, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde vb. kitapları okuyor, dinliyor, kelimelerini öğrenip okuduğunu anlama sorularını yanıtlıyorduk ve bunların dışında da İngilizce kitap okumayı çok seviyordum. Bu kitaplar Oxford, Cambridge, Heinemann gibi köklü yayınevlerinden çıkmaydı, ithal geldiği için pahalı olduğundan sınıf kütüphanesi yapmıştık. Bu sayede herkes bir kitap alınca tek bir kişinin 32 tane kitap okuyabilme fırsatı olmuştu. Bu dönemde müzik de hayatımda önemli bir yere sahipti. İngilizce sözleri olan şarkıları dinliyordum. Fakat ne yazık ki şarkı sözlerine ulaşmak şimdiki kadar kolay değildi. Yabancı sanatçıların kasetleri ve CD’leri pahalıydı. Dolayısıyla ergen dergilerinde yayınlanan bir iki İngilizce popüler şarkının sözleriyle yetiniyorduk. Yine de hiç kaçırmadan her sayıyı alır, sözleri tek tek okuyup anlamlandırmaya kendimce çevirip öğrenmeye çalışırdım. Bununla birlikte hazırlık senesinde öğretmenlerimizin de tavsiyelerine uyarak günlük yazmaya başladım. Tabii her gün olan şeyler aynı olunca ben de bunun yerine olaylar karşısında hissettiklerimi İngilizce yazmaya, sevdiğim şarkı sözlerini deftere geçirmeye başladım. Derken ilk dönem öğretmenlerimiz İngilizce soru sorduğunda deftere cevabı yazıp cevap vermek yerine o an aklıma gelenleri söyleyerek yazarak konuşmaya çabalamaktan kurtulmaya başladım. Artık sorulan sorulara yanıt verirken bir yere not almadan doğrudan zihnimden geçen düşünceleri İngilizce aktarıyordum. Bu aşamaya gelene kadar da her öğrendiğim yeni kelimenin ayna karşısında ağzımdan nasıl çıktığını kontrol ediyordum. Sıklıkla yüksek sesle okumalar yaparak kelimeleri nasıl telaffuz ettiğimi duymaya çalışıyordum. Bu babamın daha okuma yazmayı yeni öğrendiğimde bana kazandırdığı bir alışkanlıktı ve sesli okuma yapmayı çok severdim. İngilizcede de sesime aşina olmak adına bunu yaptım, telefonun ses kaydetme dosyalarına İngilizce bir günümü anlatarak ya da hayallerimi İngilizce olarak aktarırdım. Telaffuzumu geliştirme konusunda bu yöntemin çok etkili olduğunu düşünüyorum, hatta düşünmüyorum öyle 🙂 Müzik konusuna şöyle bir daha dönmek isterim, çünkü lise hayatım boyunca gramer sorularının çoğunu dinlediğim şarkılardan dolayı doğru hatırlayıp yanıtlayabiliyordum. Her ne kadar şarkılarda dilbilgisi kuralına uymuyorlar desek de büyük çoğunlukta kurallara uyuluyor ve istisnai kurallar şarkılar vesilesiyle, notaların eşliğinde daha kolay akılda tutuluyor. 

Bölüm seçme vaktimiz geldiğinde tabii ki yabancı dil bölümüne geçtim. O zamanlar ÖSS’ye giriyor bir hafta sonra da YDS’ye giriyorduk. Sınava hazırlık yapmaya başlamadan ilk hafta deneme amaçlı bir YDS olduk. İlk sınavda 72 net yapmıştım. Ve ilerleyen sınavlarda da üç aşağı beş yukarı netler yapıyordum. Bir süre hep böyle seyredince moralim bozulmuştu. Çalışmaya devam etmeme rağmen neden böyle olduğunu anlayamıyordum. Çünkü artık daha fazla İngilizce kitap okuyor, gece gündüz İngilizceyle iç içe yaşıyordum. Üniversiteye gittiğimde öğrendim ki öğrenmede sıklıkla yaşanılan bir durummuş bu. Zirve yapınca bir müddet düzlükte kalıyorsunuz, ilerlemenizi hissedemiyorsunuz. Plato etkisi denen bu durumu neyseki ertesi yıl aştım ve artık netlerim daha da yükselmişti. İşte bu şekilde üniversiteye kadar yoğun bir dil çalışma yolu izlemiştim. 

Üniversite Dönemim (2006-2010)

Üniversitenin ilk iki yılı oldukça kolay geçmişti, konuşma derslerini sevdiğimden hiç çalışmadan halihazırdaki birikimimle yüksek notlar alabilmiştim. Son sınıfta bir yandan öğretmenlik yapıyor bir yandan da derslerimi geçmeye çalışıyordum. Sınıfta neler yapılıp yapılmayacağını da kitapta öğrendiklerimden çok daha farklı yollar izlemem gerektiğini de o yıllarda öğrendim. 

Üniversite Sonrası (2010 ve sonrası)

Anasınıfından ilkokula, ortaokula, liseye, üniversite öğrencilerinden yetişkinlere kadar pek çok yaş grubundan insanla çalışma deneyimi yaşadım. Çok geniş yaş yelpazesindeki öğrencilerimden ‘nasıl öğretilir’e dair pek çok şey öğrenirken kendime de pek çok şey kattım. Öncelikle dinleme becerim gelişti, bu da konuşmada bana daha da fazla güven verdi. 

Öğretmen oldum diye ‘oldum artık’ demedim hiçbir zaman. Bildiğim bir kelimeye yeniden baktım, telaffuzları tekrar tekrar dinledim. 

Okullarımızda sıklıkla yazma ve okuma yapıyoruz. Bu yüzden bize düşen dinleme ve konuşma becerilerimizi geliştirmek. Her bir beceri bir diğerini beslediğinden dinlemeyi ne kadar çok yaparsak ağzımızdan dökülen kelimeler de o kadar zengin olacaktır. Dinlemeyi geliştirmek adına müzik dinlemenin yanı sıra ben hala düzenli olarak podcast (İngilizce) dinliyorum, masalları çok sevdiğimden Grimm masallarını İngilizce olarak dinliyorum, beğendiğim dizileri İngilizce sesle ve İngilizce altyazıyla izliyorum. İzlemeyi düşündüğüm filmleri de yine İngilizce izlemeyi tercih ediyorum, bir nevi pratik ediyorum. Evde de sürekli İngilizce yayın yapan haber kanalları açık. Kulak dolgunluğuyla İngilizcemizi taze tutmaya çalışıyoruz. Konuşma konusuna gelince de ‘Bozuk İngilizcenizden utanmayın. Bu, sizin zaten bir ana dilinizin var olduğunu, üstüne bir de İngilizce öğrenmiş olduğunuzu gösterir.’ diye bir söz okumuştum; işte o günden beri dilim döndüğünce konuşuyorum. Öğrenme işine gelince, hala yeni kelimeler öğreniyorum ve bundan da mutluyum. Yapılan bir araştırmaya göre ana dilimizde bile 30 lu yaşlarımızın ortalarına kadar her gün ortalama en az bir yeni kelime öğreniyormuşuz. İngilizcede yeni kelime ya da yeni bir bilgi öğrenmekten neden utanalım ki, öğrenme serüveni asla bitmez; bu bir süreçtir. Bu süreçte kimi zaman gaza basar uçarız kimi zaman frene basar öylece kalırız. Neticede kararlı olursak öyle ya da böyle yol alırız. 

Kendi İngilizce öğrenme hikayemle sizin öğrenme sürecinize dokunabildiysem, ağrını anladığımı ve geçeceğini size hissettirebildiysem ne mutlu bana.